11 Ekim 2011 Salı

Gülse Birsel'den


Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "yatınca geçer"di, başın ağrıyorsa "çocukların başı ağrımaz" denirdi, uykun kaçıyorsa "oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün" şeklinde konu halledilirdi!

Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, 'tembel'din ya da 'yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor'dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde" derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.

Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar. Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo!

Emo ne? Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya... Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar. Aha onlar Emo!

Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

Herkesin keyfini kaçırdım
Ay kıyamaam! Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım. Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa..." şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.

"Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız" cevabımın üzerinden sanırım
birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti.

Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!

Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle, yüzünü yüzüme yaklaştırarak "Alırım ayağımın altına" diye başladı ve "Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah..." şeklinde bitirdi!

Ne derdim kaldı, ne tasam
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir. Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu.

Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo... Muma dönerdi hepsi!

Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak. Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar! Gelecekten çok umutluyum çok!

4 Yaş Çocukları İroniyi Anlayabilir mi?



Ünlü bilişsel psikolog Piaget çocukların bilişsel gelişimlerini dönemlere ayırmış ve yaklaşık 11 yaşından sonra soyut işlemler dönemine geçebildiğini ifade etmişti. Daha sonra yapılan pek çok araştırma Piaget’in bu görüşünün doğruluğunu tartışma konusu yaptı. Yeni yapılan bir araştırma bilinenin aksine çocukların mecaz ve ironi içeren anlamları çok daha küçük yaşlardan itibaren öğrenebildiğini belirtiyor. Daha önceki araştırmalar çocukların 8-10 yaşlarına gelmeden ironiyi anlayamayacaklarını öne sürüyordu.

Montreal Üniversitesi’nden Dr. Stephanie Alexander tarafından yürütülen araştırmada çocuklar ironiyi betimleyen, edebi sözler, alaycı ifadeler, abartı sanatı ve gerçek olmayan (cevabı beklenmeyen) sorularla karşılaşmış ve tepkileri incelenmiş.

4-6 yaşları arasındaki çocuklarla yapılan çalışmaya 39 aile katılmış. Araştırmada çocukların aileleri ile iletişimleri ve bu iletişimlerde anne-babaların çocuklarına kullandıkları ironi içeren ifadeler incelenmiş. Araştırma British Journal of Developmental Psychologynin Haziran 2010 sayısında yayınlanmış.

Araştırmacılar bu ironi türlerinin tamamı anlaşılamasa da abartı gibi en az bir türün 4 yaş çocukları tarafından bile anlaşılabildiğini ifade ediyor. Özellikle alay/istihza içeren ifadelerin bütün çocuklar tarafından en iyi anlaşılan ifadeler olduğu belirtiliyor.

www.akiloyunlariakademisi.com

Anne Sesi Bebeğin Zihnini Aktif Hale Getiriyor



Montreal Üniversitesi'nden araştırmacılar ve Saint Justine Hastanesi Araştırma Merkezi, yenidoğan beyninin ilk 24 saatlik elektrik kayıtlarını tuttular. Bu kayıtlara göre yenidoğan bir bebeğin beyninin konuşma bölgesinin anne sesini tercih ederek aktif hale geldiğini gördüler. Yenidoğanların beyin sinyalleri incelendiğinde beynin konuşma bölgesinin ancak anne sesiyle aktif hale geldiği, farklı kadın seslerinin bile beyni harekete geçirmediği görüldü.

Araştırma Ekibinin lideri, Montreal Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve Saint Justine Hastanesi Araştırma Merkezinde görev yapan Dr. Maryse Lassonde, bu ilgi çekici araştırmanın ilk kez yenidoğanın beyninin anne sesine güçlü bir şekilde karşılık verdiğini ve bilimsel olarak konuşmada anne sesinin bebek için özel bir yerinin olduğunu gösterdiğini ifade etti.

Beyin dalgalarının ölçümünde ilk kez bu kadar küçük katılımcının kullanıldığı araştırmada 16 farklı bebeğin beyin dalgaları kaydedilerek incelendi.

Bebekler, ebe hemşirelerin sesli uyarıcılarına tepki vermezken, annelerinin seslerine karşı beynin konuşma bölgesinden alınan sinyallerde açık bir şekilde karşılık verdiği görünüyor.

Bu araştırma, anne sesinin dil öğrenimini ilk başlatan unsur olduğunu doğruluyor ve doğum öncesi dil edinimi ile konuşmada gerekli olan psikomotor becerilerin nörobiyolojik bağlantılarının var olduğunu gösteriyor.

www.akiloyunlariakademisi.com

Anne-Babaların Erken Yaşlarda Kurdukları Matematiksel İletişim Çocukların Sayısal Becerilerini Etkiliyor


Chicago Üniversitesi’nde yapılan yeni bir araştırma anne-babaların çocuklarıyla erken yaşlarda sayısal iletişim kurmasının, çocukların matematik becerilerinde büyük bir etki yaptığını gösterdi.

Araştırmayı yürütüen Psikoloji Profesörü Susan Levine, günlük yaşamlarında anne-babalarından sayısal sözcükleri daha fazla işiten okul öncesi çağındaki çocukların gelecekte matematik derslerinde daha fazla başarılı odluğunu belirtiyor.

14-30 aylık 44 çocuğun evinde yapılan video kayıtlarını inceleyen araştırma ekibi bazı anne-babaların çocuklarıyla iletişimlerinde sayı sözcüklerini daha fazla kullandıklarını bulmuşlar. Bu anne-babalar çocuklarından herhangi bir şeyi kendilerine getirmelerini isterken (Örneğin masanın üstünde duran üç lego parçasını) miktarlarını belirterek iletişim kuruyorlar. Örneğin, masanın üzerinde duran üç lego parçasını işaret ederek “Masanın üstündeki Legoları bana getir” demek yerine, “Masanın üstündeki üç legoyu bana getir” şeklinde sayı sözcüklerini kullanarak isteklerini belirtiyorlar.

Araştırma ekibi bazı ailelerin çocuklarıyla iletişim kurarken haftada sadece 28 sayı sözcüğü kullandığını, bazı ailelerin ise haftada 1799 sayılarla ilişkili sözcük kullandığını belirtiyorlar. Aradaki bu farkın çocukların matematik becerilerinin gelişmesinde önemli bir fark yarattığını söyleyen uzmanlar, günlük yaşamda çocuklarla kurulan iletişimin niteliğinin çocukların zihinsel gelişimindeki önemine dikkat çekiyorlar.

Susan Levine ve arkadaşları tarafından yürütülen araştırma Development Psychology dergisinin Eylül sayısında yayınlanmış.

www.akiloyunlarikademisi.com

Anne Sevgisi Bebeğin Zekasını Geliştiriyor



İngiliz çocuk psikolojisi uzmanları, bir yaşına kadar sevgi ve şefkatten yoksun büyüyen bebeklerin beyin gelişimlerinin normalden zayıf kaldığını ve sosyalleşmelerinin daha zor olduğunu belirtti.

Uzmanlar, annelerin toplumsal rol oynamalarındaki başarısının hem kendi zihinsel problemlerini yenmede hem de çocuğun beyin gelişiminde önemli olduğunu belirtti.

İngiliz çocuk psikolojisi uzmanları, bir yaşına kadar sevgi ve şefkatten yoksun büyüyen bebeklerin beyin gelişimlerinin normalden zayıf kaldığını ve sosyalleşmelerinin daha zor olduğunu belirtti. Liverpool’daki Royal College of Psychiatrists tarafından her yıl gerçekleştirilen toplantılarda bir konuşma yapan psikolog Cheryl Power, dışarıdan gelen uyarılara ve sosyal etkileşime açık olan çocuklarda beyin gelişiminin olumlu yönde etkilendiğini söyledi.

Küçük yaşlarda beyin gelişiminin, beynin yapısında bulunan kendine güven merkezindeki hücrelerin etkin hale gelmesiyle doğru orantılı olduğunu ve bunun anne sevgisiyle büyük oranda başarılabildiğini kaydeden Power, zihinsel sorunlu annelerin bebeklerinde beynin gelişmeme riskinin daha yüksek olduğunu vurguladı.

Annelerin bir ebeveyn olarak toplumsal rol oynamalarındaki başarısının hem kendi zihinsel problemlerini yenmede hem de çocuğun beyin gelişiminde önemli olduğunu kaydeden Power, bu tür durumlarda uzmanların sadece annenin sağlık problemlerine odaklanmasını yanlış bulduğunu söyledi.

Sadece annenin problemleriyle ilgilenen yaklaşımları “anne-odaklı” olarak tanımlayan Power, her iki tarafın da sağlığı için anne ile çocuk arasındaki ilişkilerin bütünsel olarak ele alınması gerektiğinin altını çizdi.

9 Adımda Hafızanızı Güçlendirin



Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Türker Şahiner, 9 basit ipucuyla hafızayı canlı tutmanın yöntemlerini şöyle özetliyor:
  1. Anahtarlık, gözlük gibi yerini hatırlamakta zorlandığınız nesneler için, kullanmadığınız zamanlarda koymak üzere bir yer belirleyin.
  2. Not alın. Telefon numaraları veya randevuları hatırlamakta zorlanıyorsanız, bunları listeleyerek görebileceğiniz bir yere asın.
  3. Yüksek sesle kelimeler söyleyin. Örneğin kendi kendinize "Ocağı kapattım" deyin. Bu size daha sonra ocağı kapatıp kapatmadığınızı hatırlatır. Bu yöntem insanlarla tanışırken de isimlerini hatırlama konusunda faydalı olur.
  4. Hafıza yardımcılarını kullanın. Cep telefonunun anımsatıcılarını, kol saatinin alarmını, ses kaydedicileri kullanabilirsiniz.
  5. Görsel imgelerden faydalanın. Bir kişinin ismi gibi yeni bir bilgi öğrendiğinizde aklınızda bir görüntü oluşturun. Bu görüntüler, bilginin unutulmasını önlemeye yardımcı olur.
  6. Anımsatıcıları gruplayarak kullanın. Anımsatıcılar hatırlamakta kullanılan bir tekniktir. Örneğin; listeleri, isimleri bir kısaltma haline getirin ve böyle ezberleyin. Başka bir anımsatıcı tekniği de bir akrostiştir. Hatırlamak istediğiniz her öğenin ilk harfini kullanarak akrostiş yaratabilirsiniz. Tekerlemeler veya hatırlanması gereken her öğeyi bağlayan hikâyeler yararlı olur.
  7. Konsantre olun ve rahatlayın. Birçok çevresel etken, dikkatinizi dağıtabilir. Bir şey hatırlamak istediğinizde, hatırlanması gereken öğeler üzerinde konsantre olun. Yeni bir bilgi öğrenirken o bilgiye yoğunlaşın ve dikkat dağıtıcı faktörleri önleyin. Anksiyete ve stres de hatırlamayı engeller. Derin nefes alma ya da kas gevşetici egzersizleri gibi rahatlama tekniklerini öğrenin.
  8. Uykunuzu alın. Uyku esnasında beyin yeni bilgileri pekiştirir. Araştırmalar, iyi bir gece uykusunun ardından daha önce öğrenilen bilgilerin daha iyi hatırlandığını gösteriyor.
  9. Hatırlama güçlükleri yaşadığınızdan şüpheleniyorsanız, doktorunuza danışın. Depresyon, işitme veya görme kaybı, tiroid fonksiyon bozukluğu, bazı ilaçlar, vitamin eksiklikleri ve stres, düzeltilebilir hafıza sorunlarına neden olabilir.

Eğitici DVD'lerden Bebeklere Hayır Yok


"Eğitici DVD'lerin" bebeklere faydalı olmadığı iddia edildi.

Amerikalı bilim adamlarının yaptığı araştırma, bebeklerin bu tür programları izlemek yerine ebeveynlerin günlük hayattaki konuşmalarından yeni kelimeleri öğrenmesinin daha faydalı olduğunu gösterdi.

Araştırmacılar, 12-18 aylık 72 bebeği 4 gruba ayırdı. Daha önce eğitici DVD izlememiş bebeklere DVD izletildi. Bir ay sonra çocuklara test yapılarak, DVD'deki kelimeleri öğrenip öğrenmedikleri araştırıldı.

Tek başına ya da anne-babasıyla düzenli olarak DVD'yi izleyen bebeklerin, hiç izlemeyenlerden daha fazlasını bilmediği belirlendi. "Psychological Science" dergisinde yayımlanan araştırma, bebeklerin anne-babası konuşurken öğrendiği kelime sayısının, DVD'den öğrendikleriyle eşit olduğunu gösterdi.

Araştırmacılar, ebeveynlerin çocukların gelişimini DVD'ye bağladıklarını, ancak bu durumun doğal gelişim sürecinin sonucu olduğunu vurguladılar.

Şiddet Sahneleri Saldırgan Yapar mı?


Ulusal Sağlık Enstitüleri adlı kurumun öncülüğünde yapılan araştırmada yaşları 14 ila 17 arasında değişen 22 erkek çocuğa şiddet içeren görüntüler izlettirilerek verdikleri tepkiler incelendi.

Araştırmacılar, çocukların beyinsel tepkilerinin bir süre sonra körleştiğini düşünüyor. Araştırma ekibinde yeralan Dr. Jordan Grafman, şiddet görüntülerinin saldırganlığı daha kabul edilebilir hale getirebileceğini söylüyor.

Fakat BBC Türkçe'nin aktardığı habere göre, şiddete yolaçan nedenlerin laboratuar deneyleriyle açıklanamayacak kadar karmaşık etmenlere dayandığını savunan uzmanlar da var.

Şiddet içeren sahnelerin çocuklar ve gençler üzerindeki etkileri televizyonun ortaya çıktığı ilk günlerden beri tartışılan bir konu. Son yıllarda bu tartışma video oyunlardaki şiddeti de kapsıyor.

Bundan önceki muhtelif araştırmalarda şiddet görüntülerinin beynin verdiği duygusal tepkileri etkileyebildiğine işaret eden bulgular elde edilmişti, fakat bu görüntülerin doğrudan davranış biçimini değiştirip değiştirmediği konusu belirsizliğini koruyor.

ABD'de yapılan son deneyde video oyunlardan toplanmış şiddet içerikli 60 klip gençlere izletildi. Görüntülerin çoğunluğu sokak kavgası ve yumruklaşma sahneleriydi. Şiddet sahneleri ''düşük'', ''hafif'' ve ''ılımlı'' olarak derecelendirildi. ''Aşırı'' şiddette sahne yer almıyordu.

Sahneleri izleyen erkek çocuklarından, izledikleri sahnenin bir öncekinden daha saldırgan olup olmadığını değerlendirmeleri istendi. Bu esnada çocukların beyinleri manyetik rezonans yöntemiyle taranarak, beynin hangi bölgesinin faaliyete geçtiği incelendi.

Ayrıca çocukların parmaklarına bağlanan elektrodlar vasıtasıyla ne kadar terledikleri ölçüldü. Ter, duygusal tepkinin işaretlerinden biri olarak yorumlanıyor.

14 ila 17 yaş arasındaki genç grubun, özellikle ''hafif'' ve ''ılımlı'' şiddet sahnelerinden ne kadar çok seyrederse, o kadar az tepki verdiği gözlendi. Deney uzadıkça, beyindeki duyguları işleyen yer olduğu düşünülen ''lateral orbitofrontal korteks'' bölgesinde faaliyetin giderek azaldığı görüldü.

Dr. Jordan Grafman, ''Bu araştırma sürekli şiddet sahnelerine maruz kalan çocukların zaman içinde şiddete duyarsız hale geldiğine, şiddeti daha kabul edilebilir gördüğüne işaret ediyor. Bu da saldırgan davranışlarda bulunmalarını kolaylaştırabilir, çünkü normalde saldırganlığı frenleyen duygusal tepkilerin azaldığı görülüyor.'' diyor.

Ancak İngiltere'de çocuklar ve gençlerin medya ile ilişkilerini araştıran Profesör David Buckingham, şiddetin ''toplumsal'' bir sorun olduğunu ve çok sayıda toplumsal faktörü içerdiğini söylüyor. Sadece beyin faaiyetlerine bakarak şiddetin nedenlerinin ölçülemeyeceğini savunan Profesör Buckingham, ''Sürekli şiddet sahneleri seyreden çocukların bir süre sonra bu imgelere tepkisizleşmesinin nedeni can sıkıntısı gibi çok daha basit bir unsura dayanıyor olabilir.'' dedi.

Filmlerdeki Bilinçaltı Mesajlara Dikkat


Televizyon kanallarında ve sinemalarda gösterilen filmler kuşkusuz insanların en büyük eğlencelerinden biri. Ortalama 2 saat kadar süren filmler kişiyi eğlendirse de bazı riskleri beraberinde getiriyor. Seçilen kanallar karşısında saatlerini geçiren kişiler olumlu olumsuz birçok uyarana maruz kalıyor. Bilinçaltı mesajlar da bunlardan sadece biri.

Evlerinde herhangi bir televizyon kanalındaki dizi, film ya da çizgi filmi seyreden insanlar aynı zamanda "Sübliminal Mesaj, 25. Kare" denilen yöntemle bilinçaltlarına gönderilen mesajlara maruz kalıyor. Seyirciler izledikleri yayınlardan farkında olmadan etkilenebiliyorlar. Özellikle bazı filmlerde algılanamayacak kadar kısa sürelerle gösterilen fotoğraf kareleri reklam amaçlı olabilirken kimi zaman şiddet ya da cinsellik içerikli kareler halinde insanların bilinçaltına saldırıyor.

Bilinçaltı kavramına açıklık getiren uzman psikolog Zafer Akıncı, "Bilinçaltı bizim otomatik, düşünmeden ve istemsizce yaptığımız duygu, algı ve davranışlarımızın kontrol edildiği zihin bölümüdür. Bilinçaltı, insan yapısında buzdağının görünmeyen kısmına benzer.

Kişinin davranışları üzerinde oldukça etkili olan zihinde yer etmiş gizli bir sistemdir. Bilinçaltı bilinçli bir halde yapılan sorgulama gibi zihinsel faaliyetlerde bulunamaz. İnsana baskı yapan doğrudan uygulayıcı bir sistemdir. Bilinçaltına yerleşmiş düşünceler, bilgiler bireyde bir davranış ve duyguya dönüşür. Dolayısıyla bilinçaltına giren bir bilgi bireyin karar, davranış, duygu, algı, tepki gibi tüm zihinsel faaliyetlerinin asli belirleyicisidir. Zihinsel tüm faaliyetleri ya doğrudan ya da dolaylı yoldan etkiler. Bu, alışverişteki alacağınız markadan, oy vereceğiniz partiye ve seveceğiniz filmlere kadar hemen her şeyi kapsar." diyor ve ekliyor: "Bilinçaltına bir mesajı iletmeyi başarabilirseniz o kişinin seçimlerini, kararlarını, hayata bakışını, görüşünü, tepkilerini, duygularını ve davranışlarını etkilersiniz."

Çizgi filmlerde bilinçaltı mesajlar kullanılıyor
Çocukların seyrettiği birçok çizgi filmde de bu yöntemin kullanıldığını anlatan Akıncı şunları sıralıyor: "Mesela Aslan Kral, Jessica Rabbit, The Rescuers çizgi filmlerinde müstehcen gizli içerikler ve bilinçaltı mesajlar çokça kullanıldı. Europa, Kuzuların Sessizliği, Dövüş Kulübü filmlerinde ve birçok reklam filmlerinde de bilinçaltı mesaj içeren kareler var. Bu yöntemi kullananlar, ya hassasiyet gösterilen küçük çocuk ve bebekleri ya da kadın cinselliğini kullanıyorlar. Bilimsel olarak da ortaya çıkarıldı ki cinsel uyaranlara fazla maruz kalan insanlarda ağır kişilik bozuklukları görülebiliyor. Dolayısıyla film seyrederken dahi dikkatli olunması gerekiyor."

Psikolojik danışman Nevzat Özer de çocuğuna birçok çizgi film ve televizyonu yasakladığını söylerken şunları dile getiriyor: "Kimi çizgi filmlerde bayan figürleri çocuklara cinselliği çağrıştıracak tarzda abartılı şekilde seçiliyor. Küçük yaşlarda bu uyaranlarla tanışan çocuklarda bazı şeylerle erken yaşlarda irtibatlı olmasından dolayı ergenliğe giriş yaşı da düşüyor. Bize gelen kimi vakalarda 13-14 yaşlarında kız çocuklarının hamile kaldıklarını öğreniyoruz. İyiyi kötüyü ayırt edemeyecek yaşta bu tür şeylere maruz kalan çocuğun kişilik gelişimi de altüst oluyor. Baktığınız zaman çizgi filmlerin yaklaşık yüzde 80'i şiddet içeriyor. Bunları gören çocuk akranlarına da aynısını yapmaya başlıyor. Daha da kötüsü, ölüm olgusu çocuğa zamanla sıradan geliyor."

25. kare tekniği nedir?
Sinema filmleri art arda gelen fotoğraf kareleri ile ortaya çıkıyor. Gördüğümüz bir anlık görüntü, 24 fotoğraf karesinden oluşuyor. Sonrasında verilmek istenen mesajla birlikte 25. kare oluşturuluyor. Son kare olan 25. kare de anlık bir görüntüden ibaret oluyor. 1 saniyede 24 fotoğraftan oluşan bir görüntü ortaya çıkacakken, 1 saniyede fotoğraf sayısı bir artırılarak 25'e çıkarılıyor ve 25. fotoğraf karesi de verilmek istenen mesajdan oluşuyor. Filmi izlerken fark edilmesi neredeyse imkânsız olan 25. fotoğraf karesi ilk bakışta algılanamasa da insanların bilinçaltına ulaşıyor.

1971'den beri kullanılan bir teknik
5 Temmuz 1971 tarihli Time'ın arka kapağında çıkan bir içki markasının reklamında sübliminal mesaj tekniği kullanılmıştı. Reklamda bardaktaki buzlar üzerinde gizlenmiş bir şekilde cinsel içerikli yazılar yazılırken reklam sayesinde firma 1,5 milyon dolarlık satış yapmıştı. Bunun üzerine reklamla ilgili yapılan araştırmada bu reklam deneklere gösterildiğinde, deneklerin yüzde 60'ı reklamın kendilerinde uyandırdığı etkiyi, heyecanlanma, romantizm, duyguları okşayıcı gibi ifadelerle tanımlamıştı.

Sokak Matematiği


Okulda matematik öğrenemeyen çocuklar gerçekten matematik özürlü mü? Bir grup araştırmacının Brezilya sokaklarında yaptıkları araştırmanın sonuçları, okulda matematik konusunda başarısız olan çocukların okul dışında matematik becerilerinin gayet iyi olduğunu gösterdi.

Nunes ve arkadaşlarının yaptıkları araştırmada sokakta seyyar satıcılık yapan çocuklarla görüşüldü. Okul matematiğinde başarısız olan bu çocukların dört işlem gerektiren pek çok karmaşık hesabı alışveriş esnasında yapabildiklerinden yola çıkarak yapılan araştırmada ilginç sonuçlar elde edildi.

Örneğin Hindistan cevizi satan çocuklara "4 tane Hindistan cevizi (bir Hindistan cevizi 35 CR) alacağım, ne kadar ödemem gerekiyor?" diye sorulduğunda doğru cevap veren çocuklar, 4x35 kaç eder diye sorulduğunda cevap vermekte zorlandılar.Araştırmacılar bu ikisi arasındaki temel farkın okulda öğretilen matematikle, sokak matematiğinde kullanılan yöntemlerin farklı olmasıyla açıklıyor. Aslında her ikisinin de temelde aynı mantık ilkelerine dayandığını ifade eden araştırmacılar, okulda başarısız görünen çocukların matematikte değil, okulda kullanılan yöntemlerde başarısız oldukları sonucunu çıkarıyor.

Kaynak: Çocuklar ve Matematik, Doruk yay.
www.akiloyunlariakademisi.com

Her Bebek Farklı Ağlıyor


Her bebek ağlar. Belki hepimize bütün bebeklerin ağlaması aynıymış gibi gelebilir. Ama araştırmacılar bunun böyle olmadığını söylüyor.

Geçtiğimiz Kasım ayında Current Biology dergisinde yayınlanan bir araştırmada, henüz iki-üç günlük bebeklerin içine doğdukları ana dille bağlantılı olarak ağladıkları ifade edildi. Araştırmaya göre yeni doğmuş bebekler çevrelerinde duydukları konuşmalara benzer melodik örüntülerle ağlıyorlar. 2 ila 5 günlük bebeklerle yapılan çalışmada bu bebeklerin kendi anne-babalarının konuştukları ana dili fonetiğiyle uyumlu bir şekilde ağladıkları ifade edildi.

Araştırmacılar bunun, bebeğin daha birkaç günlükken dili öğrenmeye başladığının bir işareti olarak yorumluyorlar. Araştırmayı yöneten Kathleen Wermke bebeklerin ağlamasının dil gelişiminin önemli bir aşaması olduğuna dikkat çekiyor.

Araştırmacılar araştırma boyunca Alman ve Fransız 60 bebeğin farklı durumlardaki 2500 ağlamasını kaydetti. Bu kayıtlar incelendiğinde Alman çocukların ve Fransız çocukların farklı şekillerde ağladıkları görüldü.

Anne Sütü Alma Süresi Zeka ve Dikkati Nasıl Etkiliyor?


Anne sütünün çocuğun zihinsel gelişiminde önemli bir rol oynadığını ortaya koyan çeşitli araştırmalar bulunuyor. Dikkat eksikliği ile anne sütü alma süresi arasında bir ilişki olduğunu düşünen araştırmacılar bu konuda da bazı araştırmalar yapmış. Yapılan araştırmalarda dikkat eksikliği ve hiperaktivite tanısı konulmuş çocukların anne sütünü daha kısa süre aldıkları ortaya konulmuş.

Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı dergisinde yayınlanan Yorbik ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmada dikkat eksikliği ve hiperaktivie tanısı konulmuş 91 çocuğun anne sütü alma süreleri araştırılmış. Bu çocuklar herhangi bir problemi olmayan çocuklarla karşılaştırılmış. Araştırma sonuçlarına göre anne sütünü daha kısa süre almış çocukların dikkat eksikliği ve hiperaktivite sorununu daha fazla yaşadıkları bulunmuş.

Anne sütü alma süresiyle zeka arasındaki ilişkiyi de araştıran uzmanlar, anne sütünü daha uzun süre alan çocukların zeka performanslarının daha iyi olduğunu ortaya koymuş. Emzirme süresi ile tüm IQ (zeka puanı) puanları arasında pozitif bir ilişki olduğunu belirten araştırmacılar, anne sütü alma süresinin zihinsel gelişimde önemli bir rol oynadığını ifade ediyorlar.

Günümüzde çalışan annelerin, yoğun çalışma koşulları sebebiyle çocuklarını kısa süreli emzirmek zorunda kaldıkları biliniyor. Anne-babaların, çocuklarının (hem fiziksel hem de zihinsel sağlığı için) yeteri süre (iki yıl) emzirilmesine özen göstertmesinin önemli olduğunu belirtmek gerekiyor.

www.akiloyunlariakademisi.com

Bebeklerin Zihin İnşasında Kelimelerin Gücü



Bebeklerle daha anne karnındayken konuşmaya başlamanın önemi biliniyor. Aile içindeki diyalog zenginliği çocukları çok erken dönemde itibaren olumlu bir şekilde etkilemeye başlıyor. Northwestern Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma bu bilinen doğrular üzerinde önemli destekler sağlıyor.

Child Development dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, bebeklerin üçüncü ayından itibaren gördükleri nesnelerin ve resimlerin isimlerinin söylenmesi, zihinsel kategorizasyonlarını kolaylaştırıyor. Kelimeler diğer sesli materyallere göre zihinsel gelişime çok daha büyük bir katkı sağlıyorlar.

Araştırmada, bebeklere önce bir takım resimler gösterilirken beraberinde resimle ilgili kelimeler söylendi. Sonra bir başka grup resim ile birlikte de değişik ses ve müzik tonları kullanıldı. Son grup resimde ise ne kelimeler ne de ses kullanılmadı. Araştırmanın son bölümünde ise, tüm resimler bebeklere karışık bir düzende verildi. Araştırmacılar, bu şekilde sürdürülen araştırmada, bebeklerin kendilerine gösterilen resimler içerisinde, kelimelerle eşleştirilen resimlere daha uzun süre ile baktıklarını ifade ediyorlar. “Bak bu balık”, “bu çiçek” gibi ifadeler eşliğinde gösterilen resimlere bebeklerin ilgisinin daha yüksek olduğu ifade ediliyor.

Araştırmacılardan psikoloji profesörü Sandra Waxman, “insan konuşmalarının belki de bebeklere yöneltilmiş konuşmaların bebeklerin çevrelerindeki objelere olan dikkatini geliştirdiğini ve zihinsel kategorizasyonu desteklediğini tahmin ediyoruz. Bu genel dikkatin zamanla daha seçici hale geleceğini, bebeklerin, akıcı bir konuşmanın içinden belirli kelimeleri seçmeye başlayacağını, belirli kelimeleri diğerlerinden ayırt ederek bu kelimelerin anlamlarını saptayabileceğini düşünmekteyiz.” diyor.

Üç aylık bebeklerle konuşmanın onların zihinsel gelişiminde bu denli önemli bir yere sahip olduğunun görülmesi, ailenin zihinsel gelişimdeki rolünü bir kez daha bize gösteriyor. Çocuklarımızın ilk öğretmeni olarak onlarla kuracağımız doğru bir ilişki ve iletişimin önemi, önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılacağa benziyor.

www.akiloyunlariakademisi.com

Matematikte Yüksek Sesle Düşünenler Daha İyi Öğreniyor


İspanya Granada Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, Matematik problemi çözerken, problem hakkında sesli bir şekilde düşünmenin ve problemi çizerek çözmenin problem çözme hızını ve doğru cevabı bulma olasılığını arttırdığını ortaya koydu.

Araştırmayı yürüten Venezuella Andes Üniversitesi’nden profesör José Luis Villegas Castellanos, İspanya Granada Üniversitesi’nden Enrique Castro Martínez ve José Gutiérrez, çalışmanın son üç yılında, yalıtılmış bir ortamda tek başına matematik problemi çözen ve yüksek sesle düşündükleri çözümlemeleri kaydedilen matematik bölümü öğrencilerini analiz ettiler. Araştırmacılar, bu araştırma ile, matematik problemi çözerken yüksek sesle düşünmenin etkili bir yöntem olarak ortaya konulduğunu ifade ettiler. Ayrıca bu araştırma matematik çözmede kullanılabilecek yöntem, teknik ve stratejiler bakımından da zengin bir arşiv sağladı.

Revista de investigación psicoeductiva dergisinde ve online yayın yapan the Electronic Journal of Research in Educational Psychology dergisinde yayınlanan araştırma, problem çözmede, çözüm esnasında yüksek sesle düşünmenin ve problemi çizmenin hem hızı hem de çözümün başarısını etkilediğini ortaya koydu.

Zeka Testleri Zekayı Ölçebilir mi?


Zekâ ve şu meşhur zekâ puanının (IQ: intelligence quotient) bir insanın hayatta başarılı olup olmayacağını belirleyebileceğini kabullenmek doğru mu? Anlamı, içeriği ve sınırları son derece belirsiz olan zekâyı, yine güvenirliği ve geçerliliği belirsiz testlerle ölçüp, çan eğrisinin bir ucunda kalanları “başarısız olacak özürlüler” diye etiketlemenin bilim mi yoksa örtülü ayrımcılık mı olduğu tartışmalı.

Sayılar insanın hayatını belirleyebilir mi? Peki insanın hayatında ya da kariyerinde ilişki becerisi, duygusal esneklik, motivasyon, hele yaratıcılık gibi zekâ testleriyle ölçül(e)meyen etkenlerin hiç önemi yok mu? Bir insan herhangi bir konuda doğuştan yetenekli, becerikli ama başka bir alanda çok beceriksiz olabilir. Bu durumda bu kişinin genel ve tanımlayıcı, çoğu zaman kaderini belirleyen zekâ puanından söz etmek anlamlı mı?

Mesele zekâ ve zekânın ölçülmesi olunca, gördüğünüz gibi yanıtlardan çok sorular var. Bugün hâlâ kullanılan, eğitim planlamasından istihdama, insanların geleceğini belirleyen IQ testleri, geliştirildiklerinden bu yana tartışılıyor.

Tartışmaların iki temel ekseni var. Öncelikle, puanla ölçülebilecek, evrensel geçerlilikte bir zekâ kavramı artık kabul edilmiyor. Zekânın çok sayıda bileşeni var, dahası hayatta başarılı olmak için ortalama ya da ortalamanın üzerinde bir zekâya sahip olmak zorunlu değil. Zihinsel beceri ve yeteneklerin tümünü tek başına zekâyla açıklamak da mümkün değil. Bu nedenle zekâ testlerinin bir insanın eğitimi, işi, geleceği üzerine verilecek kararlarda tek başına ölçüt olması kabul edilmiyor.

Ayrıca zekâ puanı, çan eğrisi gibi değişkenlerin ırkçı potansiyelleri açık bir şekilde eleştiriliyor. Bu örtülü ırkçılığın en önemli kanıtı zekânın ilk insanın evrimleştiği Afrika’dan uzaklaştıkça arttığı yönündeki görüşler. Bu iddiayı besleyen, batının doğuya, kuzeyin güneye göre daha zeki olduğu söylemiş. Bu görüşler geçmişte beyazların siyahlardan, erkeklerin kadınlardan daha zeki olduğu şeklindeydi. İddia sahipleri, insanın Afrika’dan uzaklaştıkça karşılaştığı yeni koşullarda yaşama çabasının, sorunları çözme becerisini arttırdığını, bu gelişimin binlerce yıl sürerek beynin evrimini hızlandırdığını düşünüyor. Bu görüşün batının doğuyu, kuzeyin güneyi, beyazın siyahı, erkeğin kadını sömürmesinin bahanesi olduğunu görmek için “zeki olmak” gerekmiyor.

Bugün başta Wechsler Zekâ Testi olmak üzere tüm “bilimsel” zekâ testlerinin zihinsel becerilerin genel bir bileşenini kabaca ölçtüğü kabul ediliyor. G harfiyle gösterilen bu genel bileşen, akıl yürütebilme ve yeni bir problemi çözme becerisi olarak görülüyor. G’nin tam olarak ölçülmesinin mümkün olmadığına inanılıyor. IQ puanının G’yi yaklaşık olarak gösterdiği kabul ediliyor.

IQ testleri farklı kültürlere uyarlanıyor ama bu uyarlamanın geçerliliği kimi zaman ironik tartışmalara neden oluyor. 1980 öncesi Türkiye’de uygulanan zekâ testlerinden birinde “yolda üzerinde adres yazılı bir paket bulsanız ne yaparsınız?” şeklinde bir soru vardı. Katılımcıların çoğu IQ puanlarını yükseltecek olan “paketi postaya veririm ya da adrese ulaştırırım” demek yerine, “pakete dokunmadan yanından uzaklaşırım” yanıtını veriyordu. Bombalı paketler yüzünden insanların öldüğü bir dönemde, bu soruya “akıllıca” yanıt vermek IQ puanını düşürüyordu. Dünyada ve Türkiye’de kullanılan zekâ testlerindeki sorular en az 30 yıllık ve güncellenmiyor. Hızla değişen dünyada, çocuk ve erişkinlerin gündelik hayatta karşılaştıkları çoğu sorunla ilgili değerlendirme yok. Çocuklara verilen resim tamamlama bölümünde hâlâ çevirmeli telefon resmi kullanılıyor ve çocuğun zeki olarak değerlendirilebilmesi için ahizeyi telefona bağlayan kablonun olmadığını fark etmesi gerekiyor. Oysa 8-10 yaşındaki çoğu çocuk kablolu telefon görmemiş olabilir.

Zekâ testlerine yönelik bu eleştirel değerlendirmeleri göz önünde bulundurmak gerekli. Öte yandan zekâ ölçümlerine tümüyle karşı çıkmak da doğru değil. Bütün eksikliklerine karşın zekâ testleri genel bilgi, yargılama, aritmetik beceri, sözcük dağarcığı gibi bileşenler hakkında kaba da olsa fikir verebiliyor. Çünkü hikâyeleri farklı olsa da, zekâ sorunları nedeniyle ortalama koşullarda hayatlarını idame ettirmeleri mümkün olmayan insanlar var.

Nüfusun yüzde 1-2’sinin standart eğitim ortamlarında sıkıntı yaratacak, hayatlarını zorlaştıracak denli zekâ sorunları yaşadığını biliyoruz. Geçmişte bu insanlar gerizekâlı ya da düşük zekâlı olarak adlandırılıyordu. Bu terimlerin taşıdığı ötekileştirici, damgalayıcı, dışlayıcı anlamlar yüzünden günümüz psikiyatrisinde zihinsel yeti yitimi kavramı kullanılmaya başlandı. Zihinsel yeti yitiminin çeşitli nedenleri var. En sık görülen neden genetik anormallikler. Bu anormallikler bazen kendiliğinden, bazen de gebelikte çeşitli zehirlere maruz kalınmasıyla ortaya çıkabiliyor. Diğer neden, gebelik süresince annenin, doğumdan sonra ve erken çocukluk döneminde kişinin kötü beslenmesi. Evet, açlık bebeklerin zihinsel gelişimini olumsuz etkiliyor.

Bu etkenlerin en aza indirilmesi insanların insanca yaşama ve beslenme koşullarına sahip olma hakkını savunmaktan geçiyor. Zihinsel yeti yitimi olan insanlar için de pozitif ayrımcılık yapmak şart. Onları hayatın vahşi koşullarında tek başına bırakmak yerine çeşitli ayrıcalıklar, özel eğitim koşulları, devlet koruması, aile desteği gibi uygulamalarla korumamız gerekiyor.

Beş Yaş: Akıl Yürütme Becerilerinde Kritik Yaş


Yapılan araştırmalar yaşın matematiksel düşünmede önemli bir belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Mesela, çocuklar 5 yaş civarında Ali’nin Ayşe’den, Ayşe’nin de Fatma’dan daha uzun olup olmadığını anlamaya başlar ve buna dayanarak Ali’nin Fatma’dan daha uzun olduğu hakkında çıkarımda bulunabilirler (geçişli çıkarım).

Çocuklar bununla birlikte manavdaki elmalardan daha fazla meyve olduğunu da anlamaya başlar (Bir sınıfın içine dahil etme: Portakal, meyve sınıfına; meyveler ise besin sınıfına dahildir).

Onlarca yıldan beri yapılan deneylere rağmen, bilişsel gelişimin önemli ölçüde benzer şekillerde oluşmasının nedenleri, olaya farklı açılardan bakan akıl yürütme teorileri tarafından bir sır olarak kaldı.
İleri Endüstri Bilimleri ve Teknoloji Enstitüsü'nde uzman olan Steven Philips ve arkadaşları, 'Geçişli Çıkarım' ve 'Bir Sınıfın İçine Dahil Etme' gibi iki önemli bilişsel sürecin 5 yaş civarında ortaya çıkabildiğini gösteren bir çalışma yaptılar.

Uzmanların 'Kategori Teorisi' olarak isimlendirdikleri teoriye göre, bu becerilerin ortaya çıkabilmesi için bir problem hakkında aynı anda çift yönlü olarak düşünebilme becerisinin gelişmiş olması gerekiyor. Bu da ancak 5 yaş civarlarında oluşuyor. Daha küçük çocuklar problemin ancak bir yönüne yoğunlaşabiliyor.

Örneğin 'Geçişli Çıkarım'da, çocuklar çıkarım yapmak için, bir kişi (örneğin Ayşe'nin) hem Fatma'dan daha uzun, hem de Ali'den daha kısa olduğunu düşünebilmelidirler. Bir sınıfın içine dahil ederek yapılan çıkarımda da durum buna benzerdir ancak ilişkilerin yönü tersine çevrilmiştir. (Piaget'e göre 'Sınıfa Dahil Olma İlkesi' 7-8 yaş civarlarında kazanılır.)

Bu çalışmalar çocuklarımızın 5 yaşlarından önce zihinsel gelişimin önemli bir parçası olan 'çıkarımlar'da bulunabilme becerisini kazanmak için hazırlanması gerektiğini, 5 yaş civarında ise oyunlar aracılığıyla mümkün mertebe 'çıkarımlar'da bulunmasını sağlayacak etkinlikler içine sokulması gerektiğini gösteriyor.

Araştırma Computational Biology dergisinin Aralık 2009 sayısında yayınlanmış.

Aynı kararı siz verir miydiniz?



Ne yapardiniz? Karari siz verin. Komik bir cümle beklemeyin, çünkü yok. Yine de okuyun.
Sorum şu: Aynı kararı siz verir miydiniz?

Okuma ve öğrenme zorluğu çeken çocuklara özel eğitim veren bir okul için bağış toplama yemeğinde, çocuklardan birisinin babası katılımcılar tarafından asla unutulmayacak bir konuşma yaptı.

Okula kendini adamış öğretmenleri kutladıktan sonra şöyle bir soru sordu: "Dışarıdaki etkenler tarafından etkilenmedikçe doğa her şeyi mükemmel bir şekil ve sırada yapıyor. Ama yine de oğlum Shay, diğer çocukların öğrendikleri gibi öğrenemiyor. Diğer çocukların anlayabildikleri gibi anlayamıyor. Oğlumda doğal olması gereken şeyler nerede?"

Bu soru karşısında dinleyiciler sessiz kaldılar.

Baba devam etti: "Ben inanıyorum ki, dünyaya fiziksel ve zeka engelli Shay gibi bir çocuk geldiğinde, gerçek insan doğası kendini gösterme fırsatını buluyor ve bu da insanların o çocuğa davranış şekillerinde kendini gösteriyor."

Ve sonra aşağıdaki hikayeyi anlatmaya başladı:

Shay ve babası bir gün parkta Shay'in tanıdığı birkaç çocuğun baseball oynadıklarını gördüler. Shay sordu, "Acaba oynamama izin verirler mi?"
Shay'in babası çoğu çocuğun Shay gibi bir çocuğun takımlarında oynamasını istemeyeceklerini ama aynı zamanda eğer oğluna izin verirlerse oğlunun o çok ihtiyacını duyduğu, engellerine rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin özgüveni ve sahiplenme duygusunu vereceğini de biliyordu.

Shay'in babası çocuklardan birinin yanına yaklaştı ve (fazla bir şey
beklemeyerek) Shay'in oynayıp oynayamayacağını sordu. Çocuk şöyle danışabileceği birilerine baktı ve sonra "Şu anda 6 sayı gerideyiz ve oyun sekizinci turunda. Herhalde takıma girebilir ben de onu dokuzuncu turda vurucu olarak sokmaya çalışırım" dedi.

Shay büyük bir gayretle takımın yanına gitti ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile takım t-shirtini giydi. Babası gözünde yaş, kalbi sıcak duygularla dolu onu izledi. Çocuklar oğlunun kabul edilmesinden dolayı babanın mutluluğunu gördüler.

Sekizinci turun sonunda Shay'in takımı birkaç puan kazandı ama hala 3 sayı gerideydi. Dokuzuncu turun başında Shay eldiveni eline geçirdi ve sağ açık sahaya çıktı. Ona doğru hiç top isabet etmemesine rağmen oyunda olmaktan son derece mutluydu ve babasının ona tribünlerden el salladığını gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.

Dokuzuncu turun sonunda Shay'in takımı yine puan kazandı. Şimdi bütün kaleler doluydu, oyunu kazanma şansı ortaya çıkmıştı ve topa vurma sırası Shay'e gelmişti.

Bu noktada Shay'in vurucu olmasına izin vererek oyunu kaybetme riskini mi almalıydılar? Şaşırtıcı bir hamleyle Shay'e sopayı verdiler. Herkes topa isabet ettirme şansının sıfır olduğunu biliyordu çünkü bırakın topa vurmayı Shay sopayı bile elinde tutmasını bilmiyordu.

Ama Shay sahaya çıktığında top atıcı, diğer takımın kazanma şanslarını bir kenara bırakarak Shay'e bu fırsatı tanıdıklarını görünce birkaç adım öne giderek yumuşak bir şekilde topu Shay'e doğru fırlattı. İlk topa Shay zorlukla sopayı savurdu ama ıskaladı. Atıcı tekrar birkaç adım öne doğru geldi ve topu yine yumuşak bir şekilde Shay'e doğru attı. Shay sopayı savurdu ve hafifçe topa dokunarak yere atıcıya doğru vurdu.

Oyun şimdi bitecekti. Atıcı topu yerden aldı ve ilk kaledeki adamına
kolaylıkla atabilecek ve Shay'i sobeleyerek oyunu bitirebilecekti.
Ama atıcı topu aldı ve ilk kaledeki adamının başının üzerinden diğer takım arkadaşlarının erişemeyeceği yere fırlattı.

Tribünlerdeki herkes ve iki takım da bağırmaya başladılar, 'Shay, ilk kaleye koş, ilk kaleye koş!' Shay hayatında hiç bu kadar uzağa koşmamıştı ama ilk kaleye gidebildi. Şaskınlıktan büyümüş gözleriyle yere çöktü.

Herkes bağırmaya devam etti, 'İkinci kaleye koş, ikinci kaleye koş.' Nefes nefese Shay zorlukla ikinci kaleye koşabildi. Shay ikinci kaleye geldiği sırada açık sahada diğer takımdan biri topu almıştı. Takımın en küçüğü olan bu çocuk kahraman olma şansını elinde tutuyordu. Topu ikinci kaledeki adamına atabilirdi ama top atıcısının niyetini anladığından o da kasıtlı olarak topu üçüncü kaledeki arkadaşının başının üzerinden attı.

Herkes bağırıyordu, 'Shay, Shay, Shay, bütün yolu koş Shay'. Karşı takımdan birinin yardım ederek onu üçüncü kaleye doğru döndürmesiyle Shay üçüncü kaleye koşabildi. 'Üçüncüye koş! Shay, üçüncüye koş!'

Shay üçüncüye gelirken diğer takımdakı çocuklar ve seyirciler ayağa kalkmışlardı ve bağırıyorlardı, 'Shay, hepsini koş! Hepsini koş!' Shay hepsini koştu ve oyunu takımı için kazanan bir kahraman olarak herkes tarafından alkışlandı.

'O gün', dedi babası, gözlerinden yaşlar aşağıya doğru süzülerek, 'iki takımdaki çocuklar da dünyaya bir parça sevgi ve insanlık getirmeyi başardılar'.

Shay bir sonraki yaza yetişemedi. O kış  öldü. Bir kahraman olduğunu ve babasını mutlu ettiğini ve eve geldiğinde annesinin de gözyaşları içinde onu kucakladığını asla unutmadı.

Bilgin bir adam bir zamanlar demiş ki: "Her toplum, kendilerinden daha az şanslı olanlara nasıl davrandığıyla değerlendirilir."

Gününüz bir Shay günü olsun!